29 Eylül 2009 Salı

hadis


Ebu Melike Radiyallâhu Anh, Resul-i Ekrem Efendimiz Sallallâhu Aleyhi Vesellemin şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

"Şu üç kişi rızıklarını helalinden temin ettikleri zaman âhirette hesaba çekilmez. Oruç tutan, sahura kalkan, Allah yolunda cihat eden."

(Kenzü’l-Ummal, 3:328)

21 Eylül 2009 Pazartesi

Vahyi anlamaya dair


Vahiy aç ruhları doyurmak için indirilmiş bir gök sofrasıdır. Bu sofradan yemek için, insanın, ruhunun acıktığını bilmesi lazım. Midemizin açlığını beynimize haber veren enzimler vardır. Bu enzimler organizma ile beyin arasında bir “elçi” işlevi görürler. Bu elçilerin getirdiği haberle insan açlığını fark eder ve yiyecek arayışına yönelir. Hayatı idame ettirmek için karın doyurma süreci işte böyle gelişir. Ne var ki aç ruhlara açlıklarını haber veren “enzimler” yoktur, fakat Allah’ın seçtiği “elçiler” vardır. Allah o elçiler aracılığıyla yolladığı vahiyleri aç ruhların önüne bir gök sofrası gibi sermiştir.
Bu sofradan yemenin bir şartı vardır: Ruhun, hayat gemisinin kaptanı olduğunu bilmek. Hayat gemisinin kaptan köşküne cesedini koyanların uğrayacağı limanlar şehvet ve haz limanlarıdır. Bu limanlar arasında seyredenlerin hayat gemisi “yol almaz”, sadece “dolaşır.” Sahibini sahil-i selamete çıkarmaz. Kendisini bekleyen mukadder son ya bir fırtınada batmak, ya da kayalara oturmaktır.
Gök sofrasından yiyen aç ruhlar harekete geçerler. Vahiy böylelerinin gönlüne yürür, özüne sözüne yürür, yüzüne gözüne yürür, eline ayağına yürür, diline dudağına yürür. Ta ki o insan vahiyle konuşur, vahiyle görür, vahiyle tutar, vahiyle yürür hale gelir. Gök sofrasından aldığı derman ile kişi “pasif iyi” olma halinden “aktif iyi” olma haline geçer. Zaten vahyin maksadı da budur. Tıpkı ilk muhatabı olan Hz. Peygamber’i “Kalk ve uyar” emriyle aktif iyi yaptığı gibi, tüm muhataplarını aktif iyiler zümresine dâhil etmek ister.
Peki, insan aktif iyi olup da ne yapacaktır?
İyiliği çoğaltacaktır. Bunun için iyiliğin nesnesi değil öznesi olması gerekmektedir. İyiliğin öznesi olması için de düpedüz “özne” olması gerekmektedir. Her fail bilinç sahibidir, zira bir hareketi “faaliyet” kılan onun bilinçli yapılmış olmasıdır. Hareket ile fiil arasındaki fark bilinç farkıdır. Nesneler hareket ederler, fakat yalnızca özneler faaliyet yaparlar ve “fail” olurlar.
İnsanın bilinç sahibi olma sürecinin iki yüzü vardır: Biri fıtrata bakan yüzü ki, bu alt yapıdır. Diğeri terbiyeye bakan yüzü ki, bu üst yapıdır. Bilincin fıtrata bakan yüzünde insanın “ben idrakine” sahip bir varlık oluşu yatar. İnsanın ben idraki geliştikçe sorumluluk şuuru da gelişir. Sorumluluk şuuru onun vicdanını harekete geçirir. Harekete geçen vicdan sahibine doğru davranışı telkin eder. Bilincin terbiyeye bakan yüzünde ise insanın eğitim ve öğretim süreçlerinin tümü yer alır. İşte vahiy bu sürece ilahi ve asli, sahih ve sahici bir katkıdır. Vahyin ilahi bir inşa projesi olmasının nedeni de budur.
İlahi bir inşa projesi olan vahyin muhatabı insandır. Zira insan hayatın öznesi olsun için yaratılmıştır. Hayatı inşa edecek olan insandır. Yerler ve gökler, güneş ve ay, karalar ve denizler bu yüzden insanın emrine musahhar kılınmıştır. Bu yüzden insan Allah tarafından “yeryüzünün halifesi” olarak atanmıştır. Halifeliğini hakkıyla eda edebilmek için önce bir ustaya çırak olması lazımdır. O usta vahiydir. İnsan yeryüzünün ustası olmak istiyorsa önce vahyin çırağı olmalıdır. Vahiy tarafından eğitilmeli, vahyin terbiyesinden geçmelidir. Bunun olmazsa olmaz şartı vahyi anlamaktır.

Vahiy anlamı olan bir hitaptır

Ma’na kelimesi, mâ ‘anahu cümlesinden süzülmüştür. “Şuurlu bir öznenin kasdettiği anlam”a delalet eder. Esasen özne olsun nesne olsun varlık içerisinde “manasız” hiçbir şey yoktur. Zira maksatsız yaratılan hiçbir şey yoktur. Bir maksadı olanın mutlaka bir manası da olur. Allah abesle iştigal etmez. Yere göğe ibret nazarıyla bakan her selim akıl sahibi Kur’an’ın talim ettirdiği o ifadeyi söyler: “Rabbimiz! Sen bütün bunları bâtıl olarak yaratmadın!” (Âl-i İmran 3/191). Buradaki bâtıl, “anlamsızlık ve amaçsızlık” manasına gelir. Zıddı hak’tır ve bâtıl’ın zıddı olarak kullanıldığı her yerde el-hak “anlamlılık ve amaçlılık” manasına gelir. Mesela İbrahim Sûresi’nin 19. âyetinde “Görmez misin ki Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı” buyurulur (Krş: Ankebut 29/44; Rum 30/8). Bunun açılımı şudur: “Allah gökleri ve yeri bir anlam ve amaca mebni olarak yarattı.”  Hak ilebâtıl’ın bir arada kullanıldığı Enbiya Sûresi’nde (21/18) bu mana daha belirgindir: “Bilakis Biz hakkı bâtılın başına çalarız da, o berikinin belini kırar.” Bu âyette anlamlı ve amaçlı yaratılış gerçeğinin tüm nihilist anlayışların beslendiği kaynak olan anlamsızlık ve amaçsızlık iddialarını alt edeceği vurgulanmaktadır.
Sadece gökler ve yerler “hak ile” (bi’l-hakk) yaratılmamışlardır, vahiy de “hak ile” (bi’l-hakk) indirilmiştir: “Biz onu hak ile indirdik, o da hak ile indi” (İsra 17/105. Ayrıca karşılaştırın: Zümer 39/2, 41). Zira vahiy mutlak hakikate atıf olma amacıyla anlamlı bir hitap olarak indirilmiştir. İndiriliş amacını da bunu tahakkuk ettirerek gerçekleştirmiştir. Anlamlılık ve amaçlılık ilkesi sadece Kur’an vahyinin geneli için konulmamıştır. Kur’an’daki kıssalar ve mesellerin de bu ilkeye tabi olduğu ayrıca vurgulanır. Mesela Kur’an’ın sembolik dili en yoğun sûresi olan 5 kıssa/meselli Kehf Sûresi’nin daha başında “Sana onların haberini hak ile (bi’l-hakk) anlatacağız” (18/13) buyurulur. Bunun açılımı “sahih bir anlam ve amaca uygun olarak anlatacağız” demektir. Büyük müfessir Zemahşeri de Keşşaf’ında âyettekibi’l-hakk’ı “sahih bir amaçla” (bi’l-ğaradı’s-sahih) şeklinde tefsir etmiştir. Yine Bakara Sûresi’nde Talut ve Calut kıssası anlatıldıktan sonra bu kıssanın “hak ile”, yani “bir anlam ve amaç için” anlatıldığı vurgulanır (2/252). Yine içinde iyiler ve kötülere dair birçok kıssanın anlatıldığı Kasas Sûresi’nin başında da bu kıssaların “sahih bir anlam ve amaç için” (bi’l-hakk) anlatıldığı vurgulanır (28/3).      
Kur’an’ın bir anlamı vardır, çünkü bir amacı vardır. Kur’an’a bir anlam taşımıyormuş muamelesi etmek, onu amacından koparmaktır. Kur’an’ın amacı muhatabının aklını karanlıklardan kurtarıp ışığın kaynağına kavuşturmak, yani doğru yola yöneltmektir (hidayet). Kur’an, indiriliş amacı olan hidayeti ancak anlamı kavrandığında gerçekleştirebilir.
Ağzını açan anlaşılmayı ister. Anlamın kaynağı olan Allah anlaşılmasın diye konuşmaz. Bu abestir. Allah abesle iştigalden münezzehtir. Bırakınız Allah’ın kelamını, Allah’ın yarattığı nesneler bile kendi lisanlarınca konuşmaktadır. Varlık şekli ve şemaili, sertliği ve yumuşaklığı, soğukluğu ve sıcaklığı, rengi ve kokusu, moleküler dizilişi ve dokusu, yeri ve konumu, duruşu ve durumu ile kendisi hakkında bilgi vermekte, bu vasfıyla âlemde alâmet sahibi bir âlem olmaktadır. Gülün açışı, bülbülün ötüşü, şimşeğin çakışı, göğün gürleyişi hep bir anlam ve amaç taşırlar. Ya Allah’ın konuşması bir amaç taşımasın mı?
Bir şeyi anlam ve amacından soyutlamadan o şey fetiş haline getirilemez. Kadim putperest kavimler güneşi, ayı, ırmağı, dağı, kurdu, kuşu, ineği, boğayı ve daha birçok şeyi fetiş edinmişler ve onlara tapmışlar. Bu bir sapmadır. Fakat bu sürecin başlama noktası bu varlıkları var ediliş anlam ve amacından koparmaktır. Ancak bu işlemden sonra fetiş haline getirilebilir. Kur’an anlam ve amacından soyutlanmadan fetiş haline getirilemez. Vahyi fetiş haline getirmeyi göze almış birinin yapması gereken ilk iş, onun anlamı olan bir hitap oluşunu göz ardı etmektir.

Kur’an’ı anlamak farzdır

“Tamam, vahyin anlamı vardır, kabul; fakat onu sıradan mü’minler olarak bizler anlayamayız” yollu bir savunma da, en az vahye “anlamı olmayan bir hitab” gibi bakmak kadar abes ve dayanaktan yoksundur. Esasen bu tür bir yaklaşım, vahyi anlam ve amacından soyutlama teşebbüsünün daha sinsice yapılmış bir şeklidir.
Vahiy, Âlemlerin Rabbi tarafından, âlemlere rahmet olan bir Peygamber eliyle, âlemlere (bütün bir insanlığa) gönderilmiş olan bir doğru yol rehberidir. Vahiy “insanlık için hidayet kaynağıdır” (huden li’n-nâs). Vahyin hitap şekillerinden biri de “Ey insanlar!” (yâ eyyuhe’nâs) şeklindedir. Bu hitaba muhatap olmadığını düşünen kendini insanlık ailesinin üyesi saymıyor demektir.
İnişi 23 yıl süren Kur’an vahyinin ilk kelimesi aynı zamanda bir emirdi: “Oku!” Çok geniş bir anlam açılımı olan bu emir öncelikle “Anla!” manasına gelir. Zira birine “Oku!” denildiğinde ayrıca “anla” denilmez. Çünkü okumaktan murad anlamaktır. “Oku ama anlamasan da olur” deniliyorsa, orada hitap-metin bir anlam taşımıyor demektir. Bunu Kur’an için söylemek, kendine mubîn (açık ve anlaşılır) diyen Kur’an’a hakarettir.
Vahyin ilk muhatabı olan Hz. Peygamber onu okudu, anladı, yaşadı ve anlattı. Fakat Hz. Peygamber’in Kur’an’ı anlama sorumluluğunu yerine getirmiş olmasını sahabe, “O bu sorumluluğunu yerine getirdiğine göre bizden bu sorumluluk kalkmıştır” şeklinde anlamadı. Aksine sahabe de Kur’an’ı anlama çabasını devam ettirdi. Bir sonraki nesil de, sahabenin Kur’an’ı anlama çabasını bahane ederek kendi üzerinden Kur’an’ı anlama sorumluluğunun kalktığını iddia etmedi. Aksine onlar da bu konuda cehd ü gayret gösterdiler. Bu böyle devam edip gitti. Ortaya konulan sayısız tefsir ve ulumu’l-Kur’an edebiyatı bunun delilidir.
Aynı sorumluluk bizim için de geçerlidir. Her nesil kendi zamanının şahididir. Kendi ‘şimdi ve burada’sından yola çıkar. “Rabbimiz bizi de şahitler arasında yaz!” diye dua eder. Zira “Onlar Kur’an üzerinde tedebbür etmiyorlar mı?” (Nisa 4/82) uyarısı ve emri önceki nesillerin boynuna ne kadar sorumluluk yüklüyorsa, sonraki nesillerin boynuna da aynı sorumluluğu yüklemektedir. “Hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenmez” (En’am 6/164) Kur’ani ilkesi ortadayken, Kur’an’ı anlama sorumluluğunu bazı nesillere hasredip diğer bazı nesillerin üzerinden kaldırır tarzda bir tavır takınmanın savunulabilir bir tarafı yoktur.
Kur’an’ı anlamak “emirlerin emri” cinsinden bir ilahi emirdir. Zira Kur’an’ın maksadı olan hidayet ancak ilahi kelamın anlaşılmasıyla gerçekleşir. İslam fıkıh usulünün temel kurallarından biri “Bir vacibin kendisiyle gerçekleştiği şey de vaciptir” kuralıdır. Kur’an’a uygun bir hayatı yaşamak ve yaşatmak mü’minin imanının boynuna yüklediği bir yükümlülüktür. Bu yükümlülüğü yerine getirmenin olmazsa olmazı Kur’an’ı anlamaktır. Kişi anlamadığı bir şeyi ne yaşayabilir ne de yaşatabilir. İşte bu yüzden tüm farzların kaynağı olan Kur’an’ı anlamak sade bir “farz” değil “farzların farzı” anlamında efraz’dır.

Kur’an’ı anlamak murad-ı ilahiyi anlamaktır

Burada şöyle bir mesele öne sürülebilir: Tamam, Kur’an’ı yaşamak için anlamak lazım da… Fakat akıllar farklı, idrakler farklı, anlayışlar farklı, birikimler farklı, bilgiler farklı, ilgiler farklı… Bu kadar farklılığın olduğu yerde Kur’an’dan anlaşılan şeyler de farklı olmaz mı? Eğer böyle olursa bir tek kaynaktan birçok farklı yorum çıkmaz mı? Bu da Kur’an’ın ve dinin birlik amacına aykırı olmaz mı?
Bir kere Kur’an’ı anlamaktan murad murad-ı ilahiyi anlamak olmalıdır. Eğer maksat bu değilse, bunun adı “kitaba uymak” değil “kitabına uydurmak”tır. Kitaba uyanlar tedebbür, tezekkür, taakkul, tefakkuh ve tefekkür yoluyla lafız-mana-maksat üçlüsünü birbirinden ayırıp koparmadan murad-ı ilahiyi anlamaya çaba gösterirler.
Sözün burasında Hayat Kitabı Kur’an’dan şu alıntıyı yapmak şart oldu:
“Mana lafza, maksat manaya aykırı olmamalıdır. Elbette lafız manaya, mana da maksada perde olmamalıdır. Daha da açarsak; lafız meale, meal manaya, mana mefhuma, mefhum maksada, maksat hakikate perde olmamalıdır. Dili göz ardı ederek manaya ulaşılamaz. Mananın hangi kap içinde geldiği asla göz ardı edilemez.” (Giriş, XX).
Murad-ı ilahiyi anlamak kimsenin tekelinde değildir. Başta Kur’an, bu tür muhtemel “anlama tekellerini” daha baştan kırmak için kendi kendisini “kitabın anası” ve “müteşabihat” diye ikiye ayırmıştır. Bu tasnifin yapıldığı Âl-i İmran Sûresi’nin 7. âyeti “anlam garantisi”ni hiçbir kişi ve zümreye vermemekte, “onun gerçek te’vilini kimse bilmez, sadece Allah bilir” diyerek sadece Allah’a hasretmektedir. Devamında ise ilimde derinleşenlerin birden fazla anlama açık olan âyetler hakkında kendi vardıkları sonucu mutlaklaştırma yerine şöyle diyecekleri vurgulanmaktadır: “Biz ona inanırız, tümü Rabb’imizin katındandır.” (Âl-i İmran 3/7).
Maksat açısından bu âyet, sadece seçkin bir zümreyi değil, herkesi okuma ve anlamaya çağırır. Âyet zımnen Kur’an üzerinde “anlama tekeli” oluşturmaya daha baştan set çekmektedir. Bu demek değildir ki Kur’an’ı herkes işine geldiği gibi yorumlasın, aklına eseni Kur’an’a söyletsin, kendi heva ve hevesini Allah’ın kelamı üzerinden tatmin etsin. Bunu böyle yapan Kur’an’a inşa edici bir özne olarak bakmıyor, Kur’an’ı nesneleştiriyor demektir. Zira Kur’an’a inşa edici bir özne olarak iman eden kimse, Kur’an’ı inşa etmek için değil Kur’an’la inşa olmak için Kur’an okur. Evet, Kur’an öznedir. Bunu kendisi için MecîdKerîm ve ‘Azîz gibi sıfatlar kullanmasından kolayca anlayabiliriz. Bu sıfatların hepsi de özne, hem de mübalağalı özne kipidir ve bu Kur’an’ın en üst derecede inşa edici bir özne oluşuna delalet eder. Kur’an’ı anlaması gereken insan da öznedir. Bu yüzden Kur’an okumak iki özne arasında kurulan bir diyalogdan ibarettir. Kur’an kendisini yüreğinden okuyanın yüreğini okur, yüreğini okuduğunun sorduğu suallere cevap verir.
Kur’an’a karakola çekilmiş zanlı muamelesi yapıp ona zorla söyletmek isteyenlere engel olmanın yolu, Kur’an’ı anlamayı yaygınlaştırma çabalarının önüne gerilmek değildir. Zaten bu mümkün de değildir. Dünyada istismar edilmemiş bir değer bulunmamaktadır. Eğer istismarı imkânsız bir değer olsaydı, bu Allah olurdu. Allah’ı bile istismar edenlerin varlığından Kur’an haber verdiğine göre, bunu Allah engellememiş demektir. Allah’ın engellemediğini engellemek kul için muhaldir. Şu halde istismarcı var diye Kur’an’ı anlamanın önüne keyfi setler çekmek, “istismarın istismarı” anlamına gelir.

Kur’an bizden korunmayı değil anlaşılmayı talep eder

Kur’an’la inşa olmak yerine Kur’an’ı inşa etmeye kalkanların istismarı Kur’an’a bir zarar vermediği gibi, istismarcıları istismar ederek Kur’an’ın anlaşılması önüne set olanlar da Kur’an’a hizmet etmiş olmaz, aksine Kur’an’a diğerlerinden daha büyük zarar vermiş olurlar.
“Kur’an’la inşa olmak yerine Kur’an’ı inşa etmeye kalkanlar Kur’an’a neden zarar veremez?” sualine en güzel cevap meal-i şerifteki şu satırlardır:
“Zannedilir ki, Kur’an’a bir hitab-metin olması dolayısıyla anlam idhali kolaydır. Ona zorla bir şey söyletmek mümkündür, kendisine mana yüklemeye ve önyargılara maruz bırakmaya ses çıkarmaz. Bu kısmen yaygın bir kanaattir, fakat doğru değildir. Kur’an tıpkı canlı bir bünye gibi kendisinden olmayanı ve bünyesine uymayanı kabul etmemektedir. Meal olarak, tefsir olarak, tevil olarak, dil, fıkıh ve kelam yoluyla bir biçimde zorlayarak dâhil edilse bile, zaman içinde bünyesine uymayan o şeyi bir biçimde kendisine inşa olmak için teslim olan akıl sahiplerine “Bu benden değil” diye ifşa etmektedir. Tefsir tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Zira Kur’an’ın mucizevî bir kendini koruma sistemi vardır. Bu sistem bazen parçada çoğu zaman bütünde kendini göstermektedir. Bu öyle bir sistemdir ki, sistemi oluşturan her birim bir hologram gibi hem bütünün hem parçanın özelliklerini taşımaktadır. Tıpkı bedenin yapıtaşı hücreler gibi, Kur’an’ın parçaları da ait olduğu bütünün kimliğini taşır.” (Hayat Kitabı Kur’anGiriş, XXI).
Murad-ı ilahiyi anlama çabasında tabii ki herkes aynı başarıyı gösteremeyecektir. Fakat bu o kişinin Kur’an’ı anlama çabasından muaf tutulacağına gerekçe olamaz. Herkes halis niyetle gösterdiği çabanın karşılığını Allah indinde alacaktır. Bu çaba ister başarılı olsun, ister olmasın. Akıllar farklıysa anlayışların da farklı olmasından daha doğal bir şey olamaz. Kaldı ki, bu risk sadece sonraki nesiller için değil, bizzat sahabe nesli için de geçerliydi. Buhari’nin naklettiği Adiy b. Hatem hadisi bunun delilidir. O Bakara Sûresi’nin 187. âyetindeki “beyaz iplik” ve “siyah iplik” mecazlarını hakikat olarak yorumlamış ve yastığının altına koyduğu iki iple sahurun bitiş vaktini tesbit etmeye çalışmıştı. Allah Rasulü onun yaptığını “kalın kafalılık” olarak nitelendirdi (Tefsir, II, 28). Muhtemelen bu olay Hz. Peygamber’in vefatından sonra vuku bulsa, sahabenin yorumu ve ictihadı olarak kayıtlara geçecekti. Bu gibi masum örnekler bir yana, Raşid Halifeler döneminde en ağır günahları Kur’an’daki bazı âyetleri hiç alakasız ve maksadının zıddına yorumlarla irtikâp edenlere had vurulmasına, bâtıl da olsa bir te’vile dayandığı gerekçesiyle karşı çıkmıştır. Bu örnek, sahabenin, istismar edildiği anlarda bile tefekkürün önüne set çekmeyi düşünmediklerinin tipik göstergesidir.
İstismarın istismarını yapanların itirazlarından biri de “Kur’an’ı anlayacak olan âlim değilse meallerden ve tefsirlerden öğrenecek. Bu durumda kimin mealini veya tefsirini okursa onun dediğini öğrenmiş olacak, Allah’ın muradını değil” şeklindedir.
Eğer o insanın dinini öğrenmek gibi bir derdi varsa, öğrendiği Kur’an dışındaki kaynak hangisi olursa olsun Kur’an için söylediği gerekçe çok daha fazlasıyla Kur’an dışı kaynağı için de geçerlidir. Eğer bu gerekçe doğru olsaydı mezhepleri teke indirmemiz gerekecekti. O yetmez, tefsirleri teke indirmemiz gerekecekti. O yetmez, birbirine aykırı görüş serdeden sahabeden birini doğru kabul edip diğerlerini atmamız gerekecekti. O yetmez, mezheplerin kendi içindeki farklı anlayış ve çizgileri yok etmemiz gerekecekti. Bu her şey için geçerlidir. Mesela Buhari’nin iki kaynak nüshasını (Nesefi ve Firabri nüshaları) önümüze koysaydık, Buhari’nin bir tek Sahih’inden istinsah edilen iki kopya arasındaki fark bile bizi şaşırtmaya yeterdi. Peki, birbirinin kopyası olmayan akıllardan birbirinin kopyası olan iki nüshanın beceremediğini becermesini istemek nasıl bir şey? Günümüzden misal verirsek, bir Bediüzzaman var, ama Allah için söyleyelim bir tek Nurculuk çeşidi mi var?
Kur’an bu dinin ana kapısıdır. Bu dine Hz. Peygamber Kur’an kapısından girdi. Sahabe Kur’an kapısından girdi. Hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf, hikmet ve benzerleri din binasının içinde birer oda mesabesindedir, fakat asla din binasına giriş kapısı olamazlar. Eğer din binasına açılmış vahiy kapısı dışında başka bir kapı varsa, bu kapı binaya sonradan müdahale yoluyla açılmış kaçak kapıdır ve buradan girenler kaçak giriş yapmış sayılırlar. Her meşrebin kendisine has bir giriş kapısı açma arzusu din binasını zayıflatmakla kalmamış, binanın ana kapısı olan Kur’an kapısının “kapılardan bir kapı” konumuna indirgenmesine sebep olmuştur. Bunun vebali büyüktür.
İhtilaf hayatın tabiatında vardır. İhtilaf farklılıktır ve bazı farklılıklar Allah’ın âyetlerindendir. Farklılığı yok etmeye çalışmak, hem sünnetullaha hem de adetullaha karşı çıkmaktır. Vahiyle inşa olanlar ihtilaf ederler, fakat tefrikaya düşmezler. Bunun en güzel örneği Hz. Ali ile Hz. Osman arasındaki ihtilaftır. Hz. Ali, Hz. Osman’ın şehadet günü gözbebekleri Hasan ve Hüseyin’i teçhiz edip “Gidin Osman’ı hayatınız pahasına koruyun” diye oraya yollamıştır. Kur’an’la inşa olanlarla olmayanlar arasındaki fark Hz. Osman’ı öldürmekle, aralarındaki derin ihtilafa rağmen Hz. Osman’ı korumak arasındaki fark kadar büyüktür.    
Bütün bu örnekler Kur’an’ın bizden korunmayı değil anlaşılmayı talep ettiğini gösterir.

Anlama dönüş Rabbin tenezzülüne kulca teşekkürdür

Elbette vahiyden herkesin anladığı aynı olamaz. Herkes vahiyden aklı, imanı, ihlâsı, bilgisi, birikimi, gayreti, hikmeti, himmeti oranında istifade eder. Onun anlam deryası okyanuslardan daha derindir. Değil mi ki “dünyanın tüm ağaçları kalem, tüm denizleri mürekkep olsa, buna yedi deniz daha eklense, Allah’ın kelimeleri yine de tükenmez!” (Lokman 31/27) O halde, Kur’an’ı anlama cehdine giren herkes kendi kabı kadar bu ummandan bir şeyler alacak demektir.
Vahyi anlama çabası, Kur’an’ın ifadesiyle, “vahiyle hayat bulma” anlamına gelir (Enfal 8/24). Vahiyle hayat bulma, aynı zamanda vahye hayat vermedir. Tersi de geçerli: Vahyin anlamını göz ardı ederek vahyi fetişleştiren her yaklaşım, vahyin dirilten damarlarını kesiyor, vahyin hayatla olan sahih ilişkisini kopartıyor demektir. Bu işlem Kur’an’ı Mushaf’a indirgeme, ilahi hitabı lafza indirgeme, tertil ile okuma emrini tecvide indirgeme, haml’i (sorumluluğunu yüklenmeyi) hıfz’a (ezbere) indirgeme gibi hepsi de birbirinden vahim birçok sonuca yol açmaktadır. “Vahyi nesneleştirme” dediğimiz felaket işbu yaklaşımın top yekûn sebep olduğu sonuçtur.
Vahyi nesneleştirme, Kur’an’dan kopma değil vahyin anlamından kopmadır. Tıpkı Cuma Sûresi’nin 5. âyetinde anlatılan Yahudiler’in Tevrat’a yaptığını Müslümanlar’ın da Kur’an’a yapması demektir. Vahyin yazıldığı kâğıdı, meşk edildiği hattı, içine konulduğu kabı yüceltmek, fakat onun manasını ve o mana ile hayatı inşa talebini görmezden gelmektir. Furkan Sûresi’nin 30. âyetinde ifade buyurulduğu gibi onu metruk (terk edilmiş) bırakmak yerine mehcur (işlevsiz) bırakmak.
Oysa vahyin amacı bellidir:
İnsan merkezli bir hayat.
İman merkezli bir insan.
Bilgi merkezli bir iman.
Hakikat merkezli bir bilgi.
Hakikatin merkezi ise bellidir: El-Hak olan Allah.
Vahiy işbu amacı gerçekleştirmek için indi. O gerçek bir “fatih” idi. İlk neslin hayatını inşa etti. O öyle bir inşa gerçekleştirdi ki, Ebu Zer gibi eşkıya olanlar vahiy sayesinde evliya oldular. Ebu Cehil’in oğlu İkrime’yi vahiy öyle etkilemişti ki, sevdiceğini okşayan bir âşık gibi “Rabbimin kitabı! Rabbimin kitabı!” diye Kur’an’ı okşar, bağrına basar, öpüp koklardı. Gelin de İkrime’nin öpüşüyle içinde ne yazdığından haberi bile olmayan ve Kur’an’la inşa olmak diye bir derdi bulunmayanların öpüşünü bir kıyaslayın.
Vahyin eliyle inşa olan insanlar, yeryüzünü inşa ettiler. Vahiy onların öznesi, onlar da hayatın öznesi idiler. Öylesi zamanlarda tarihin yatağını İslam ümmeti belirledi. İslam ümmetinin belirlediği bu yatakta aktı insanlık. Fakat ne zaman ki Müslümanlar vahyi nesneleştirdiler. İşte o zaman kendileri de tarihin nesnesi olmakla cezalandırıldılar.
Bu süreçte lafız-mana-maksat üçlüsünden ilk koparılan maksat oldu. Maksadına bakılmaksızın âyetler kişilerin tezlerini isbatlayacakları birer delile dönüştü. Geriye lafız ve mana kaldı. İlerleyen süreçte mana da lafızdan kopartıldı. Artık lafız tek başına kalmıştı. Her adımda anlamın binası biraz daha zayıfladı. Ve en sonunda anlam üretimi durdu. Vahyi nesneleştirme sürecini maddeler halinde özetlersek:
1)    Maksat göz ardı edilince mana gözden kaçtı ve üretilemez oldu.
2)    Üretilemeyen mana giderek ihmal edilebilir bir unsur gibi görüldü.
3)    Neticede oluşan mana açığını kapatmak için lafız tek başına yüceltildi.
4)    Yüceltilen lafız anlamanın değil hissiyatın konusu oldu.
5)                     Hissiyatın konusu olan lafız artık nesneleşmiş olduğu için hayatın dışına kolayca itilebildi. Sonuçta vahiy hayatı inşa eden özne olmaktan düşmanları eliyle değil, dostları ve inananları eliyle işte böyle çıktı.
Şimdi yapılması gereken şey bellidir: Bu süreci tersine çevirmek. Kur’an’ın bizden talebine “lebbeyk” demek. Hayatı anlamıyla yeniden buluşturmak… Bu sadece mü’minin Allah’a karşı borcu değil, aynı zamanda Rabb’inin tenezzülüne karşı teşekkürüdür. Eğer bunu yapmazsak, Allah Rasulü’nün Hesap Günü kendisini Allah’a şikâyet ettikleri arasında olmamızdan korkulur.     
   





GÖK SOFRASINDAN ALDIĞI DERMAN İLE KİŞİ “PASİF İYİ” OLMA HALİNDEN “AKTİF İYİ” OLMA HALİNE GEÇER. ZATEN VAHYİN MAKSADI DA BUDUR.

İLAHİ BİR İNŞA PROJESİ OLAN VAHYİN MUHATABI İNSANDIR. ZİRA İNSAN HAYATIN ÖZNESİ OLSUN İÇİN YARATILMIŞTIR. HAYATI İNŞA EDECEK OLAN İNSANDIR.

İNSAN YERYÜZÜNÜN USTASI OLMAK İSTİYORSA ÖNCE VAHYİN ÇIRAĞI OLMALIDIR. VAHİY TARAFINDAN EĞİTİLMELİ, VAHYİN TERBİYESİNDEN GEÇMELİDİR.

KUR’AN’IN BİR ANLAMI VARDIR, ÇÜNKÜ BİR AMACI VARDIR. KUR’AN’A BİR ANLAM TAŞIMIYORMUŞ MUAMELESİ ETMEK, ONU AMACINDAN KOPARMAKTIR.

VAHYİ FETİŞ HALİNE GETİRMEYİ GÖZE ALMIŞ BİRİNİN YAPMASI GEREKEN İLK İŞ, ONUN ANLAMI OLAN BİR HİTAP OLUŞUNU GÖZ ARDI ETMEKTİR.

VAHİY, ÂLEMLERİN RABBİ TARAFINDAN, ÂLEMLERE RAHMET OLAN BİR PEYGAMBER ELİYLE, ÂLEMLERE GÖNDERİLMİŞ OLAN BİR DOĞRU YOL REHBERİDİR.

KUR’AN’A İNŞA EDİCİ BİR ÖZNE OLARAK İMAN EDEN KİMSE, KUR’AN’I İNŞA ETMEK İÇİN DEĞİL KUR’AN’LA İNŞA OLMAK İÇİN KUR’AN OKUR.



Kur'an'ı Anlamak İçin Nasıl Okumalıyız?‏

Kur’an, ramazan ayının son on günü içindeki Kadir Gecesi’nde indirilmeye başlandığı için, öteden beri ramazan ayı, müslümanlar nezdinde oruç ayı dışında, Kur’an ayı olarak da bilinir. Bu vesileyle müslümanlar, Kur’an’ı en çok ramazan ayında okur ve dinlerler. Ramazan ayındaki “mukabele” ya da “cüz tutma” denilen karşılıklı Kur’an okuma ve dinleme şekli, Cebrail(a.s)’in ramazan ayında peygamberimizle bir araya gelip karşılıklı Kur’an okumalarından bize intikal etmiş bir okuma biçimidir. Bize kadar ulaşan hadis rivayetlerinden, Resulullah(s.a.v)’ın ramazan ayında her gece Cebrail(a.s) ile buluştuğunu ve birbirlerine Kur’an okuyup dinlediklerini öğreniyoruz.
            “Cebrail (a.s) ramazan ayında peygamber(s.a.v)’le buluşur, ramazan ayı çıkıncaya kadar Resulullah (s.a.v) ona Kur’an okurdu.” (Rudani, Hadis Külliyatı, c.4, H.no:7383)
            “Ebu Hureyre’den: O (Cebrail a.s) Kur’anı her yıl bir kere (peygambere) okurdu. Öldüğü sene, Kur’an’ı ona iki kere arz etti.” (Rudani, Hadis Külliyatı, c.4, H.no:7384)
Camilerde, özellikle ramazan ayında sürdürülen “Mukabele” ya da “Cüz tutmak” şeklinde ifade edilen Kur’an okuma şeklinin dayanağı, Resulullah(s.a.v)’ın Cebrail (a.s) ile ramazan ayında buluşup Kur’an okumalarına dayanıyor. Resulullah’ın Arapça konuşan biri olduğunu ve Kur’an’ın Arapça indirildiğini düşünürsek buradaki okumanın ve dinlemenin kesinlikle anlayarak yapıldığını söylemeye bile gerek yok sanırım.
Dolayısıyla bugün ramazan ayında camilerde okunan mukabeleler, her ne kadar şekil olarak Resulullah(s.a.v)’ın Cebrail (a.s) ile Kur’an okuyuşlarına dayanıyorsa da, anlamdan yoksun bırakıldığı için böyle Kur’an okumak, doğru bir okuma değildir. Çünkü Kur’an okumaktan amaç, onu anlamaya çalışarak üzerinde düşünmektir. Yani okumanın içinde kesinlikle anlama çabası olmalıdır. Kur’an’ın, anlayan ve düşünen bir varlık olan insana indirilmesi de tezimizi desteklemektedir.
Biz anlamadan Kur’an okumanın sevap olamayacağına dair düşüncelerimizi bundan önce peş peşe yayınladığımız “Anlamadan Kur’an okumak sevap mıdır?” ve “Allah Resulünün okuduğu şekilde Kur’an okumak” başlıklı yazlarımızda delilleriyle ayrıntılı olarak açıklamıştık. O yüzden burada tekrar etmeye gerek duymuyoruz.
Madem anlamadan Kur’an okumanın bir anlam taşımadığını öğrendik, o halde Kur’an’ı anlamak için nasıl okumalıyız? Diğer bir ifade ile Kuran’dan istifade etmek için nasıl okumalıyız? Kur’an’dan azami derecede istifade etmek için aşağıda maddeler halinde izah edeceğim kurallar çerçevesinde okumamız gerektiğine inanıyorum:
1- Kur’an’a iman etmek: “İman” kelimesi emin olmak ve güven duymak anlamlarına geldiği için “Kur’an’a iman etmek” denildiği zaman şu iki hususu anlamak gerekir;
a- Bu kitabın Allah’tan geldiğinden emin olmak.
b- Bu kitabın doğru söylediğinden emin olmak.
Çünkü bu iki hususu kapsayacak anlamda Kur’an’a iman olmazsa sonrasında hiçbir şey olmaz. Kur’an, huden lil mü’minin/mü’minler için bir hidayettir. Meramımızı tersinden söyleyecek olursak, kalpte küfür veya şüphe olduğu halde okunan veya dinlenen Kur’an, anlamsız bir bağırtı ve çağırtıdan ibaret olur.
“(Hidayet çağrısına kulak vermeyen) Kâfirlerin durumu sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler” (Bakara/171)
2- Sadece “Allah’ın rızasını kazanmak için” okumak: Çünkü Allah’ın rızası, bu kitaba iman edip anlayarak okuyup yaşamadadır. Başka amaçlarla okumalardan, uhrevi bir hayır beklemiyorum. Mesela;
a- Kur’anı anlamaya çalışırken onu akademik kariyerler elde etmeye bir araç olarak görmek... Böylelikle Kuran üzerinden dünyevi rütbeler (dr. doç. prof) elde ederek prestij sağlamak...
Bu niyetle hareket edenler Allah’tan gelen ilmi, hâkim gücün paradigmasına akredite kılmak zorundalar. Yoksa devlet, onlara unvan vermez. Daha açık bir Türkçeyle ifade edecek olursak, laik devlet, hiçbir zaman özünde Allah’tan başka güçlere boyun eğmeyi reddeden bir kitabın özüne dair çalışma yapanlara payeler vererek ödüllendirmez. Çünkü bu kitabın ana teması, hâkim gücün kurucu felsefesiyle taban tabana zıttır. Akademik çalışmaları yürütenler de genellikle bu hususu gözönüne alarak onlarla ters düşmemek, hatta bazen onları te’yid ederek çalışmalarını yürütürler. Bu tür çalışmalarda genellikle Allah’ın değil, Allah’tan başkalarının rızası/onayı esas alınır. Allah’ın kitabı okunurken Allah’tan başkaları gözetilerek hareket edilirse, Kur’an’ın/Allah’ın doğru bir şekilde anlaşılmayacağı ortadadır.
            b- Kur’an üzerinde çalışmalar yaparken ticari amaçlar taşımak: Gerek Kur’an meali şeklinde olsun, gerekse tefsiri şeklinde olsun ve gerekse Kur’an’a dair herhangi bir konunun araştırılması şeklinde olsun fark etmez... Şayet bu tür çalışmalar, para kazamaya ma’tuf olarak yürütülüyorsa bu niyetle hareket edenlerin de Kur’an’ı doğru anlayamayacaklarını düşünüyorum. Çünkü bunlar da Kur’an’ a dürüst/dostça yaklaşmıyorlar. Kur’an, kendisine dostça yaklaşmayanlara kendi sırlarını açmaz. Tıpkı bize dostça yaklaşmayanlara sırlarımızı açmadığımız gibi…
            c- Kur’an’ı okurken birinci derecede başkalarına cevap yetiştirip tartışmak ve nefsini tatmin etmek için okumak: Böyle okuyanlar da okuma konusunda doğru davranmıyorlar. Kur’an, nefsi anlamda başkalarına üstünlük sağlama aracı değildir.
            d- “Çok bilgili” desinler diye gösteriş amacıyla Kur’an’la bilgilenmek: Bir insan, Kur’an’a iman ettikten sonra; “Ben bu dünyaya Allah’a kulluk etmek için gönderildim. Bu Kur’an da benim nasıl kulluk edeceğimi gösteren bir kitaptır. Dünya ve ahiret saadetim bu kitaptadır” diyerek, bu bilinçle Kur’an’ı anlayarak okuyup anladıklarını yaşamaya ve yaşatmaya çalışmalıdır.
Kısacası yukarıdaki maddelerde saydığımız gibi halis olmayan niyetler, Kur’an’ı anlamanın önündeki engellerdir.
3- Kur’an’ı okurken onu bize açması için Allah’a “Rabbim, okuyacağım ayetlerini bana aç, maksatlarını bana göster” diyerek dua etmek:
“Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce Kur’an’ı okumakta acele etme. “Rabbim! İlmimi arttır” de”(Taha/114)
Biz istisnasız hiçbir işte Allah’ın yardımı olmadan muvaffak olamayız. Dolayısıyla Kur’an’ı anlamaya çalışırken de Rabbimizin yardımını dileyerek işe başlayacağız.
            4- Kur’anı indirildiği dil olan Arapça’nın yanında bir de herkes kendi dilinde okuyacak:
            “Biz gönderdiğimiz her bir peygamberi-kendilerine apaçık anlatsın diye- ancak kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Allah, dileyen kimseyi sapıklıkta terk eder. O Azizdir, Hâkimdir” (İbrahim/4)
            Bugün, Kur’an’ın neredeyse yaygın olarak konuşulan her dilde terceme ve tefsirleri var. Herkes kendi samimiyet ve çabaları oranında meal ve tefsir okuyacak ya da güvenilir ilim sahipleri tarafından yapılan tefsir anlatımlarından istifade edecek imkânları haizdir. Kur’an’ı anlamak için mutlaka Arapça bilmek gerekmiyor. Çünkü Allah, herkese kendi dilinde Allah’ı razı edecek imkânı vermiştir. Yeter ki insan, Allah’ı anlama çabası içerisinde olsun.
Yarattığı bütün dilleri, Allah’ın ayetleri olarak niteleyen Rabbimiz (Rum/22), neden kendisini sadece Arapça üzerinden anlayacağımızı zorunlu kılsın? O zaman insanları farklı dillerde yaratması anlamsız olmaz mı?
Demek ki Allah’ın insanları farklı dillerde yaratması, aynı zamanda bütün insanların kendi dillerinde Allah’ı anlayacaklarının da delilini teşkil etmektedir.
Kur’an üzerinde anlama çabası gütmedikten sonra Arapça bilmek, Kur’an’ı anlamanın ve dini bilmenin garantisi değildir. Ben nice insanlar biliyorum ki, Arapça kitapları çok rahat okuyabildikleri halde, Kur’an ve sünnet bilmezler, yani dini bilmezler. Çünkü Kur’an’ı anlama dertleri olmamış. Bunun yanında aynı şekilde nice Arapça bilmeyen insanlar biliyorum ki onlar da kendi ana dillerinde Kur’anı/Allah’ı çok güzel bir şekilde anlamışlardır. Bugün Kur’an’ı araştırarak müslüman olan batılılar, bunun en büyük ispatıdır. Bunlar, Arapça bildikleri için mi Kur’an’ı anlıyorlar? Hayır. Bunlar, Kur’an’ı kendi dillerindeki tercümelerinden okuyorlar.
            Arapça bilmek Kur’an’dan hükümler çıkaracak konumda olan çok özel kimseler için şarttır. Bunların sayıları da çok azdır.
            Ayrıca kendisinden hüküm çıkarılacak ayetlerin sayısı 500–600 civarındadır. Yani bu sayı Kur’an’ın %10’ una tekabül etmektedir. Geriye kalan % 90 civarındaki ayetler, tamamen insanı Allah’ın yarattığı varlıklar üzerinde düşündürerek, Allah’a boyun eğmeye yönlendiren ve hayatın anlamına dair olan imani ayetlerdir. Bu ayetlerle her müslümanın ilgilenmesi gerekir. Herkes, bu ayetleri, kendi dilindeki meal ve tefsirlerden okuyarak/dinleyerek ilgilenecek, nihayet samimiyet ve çabası oranında istifade edecektir.
Dolayısıyla Kur’an’dan hüküm çıkarma konumunda olmayan insanlar için, Arapça bilmek şart değildir. Bu yüzden Arapça bilmemeyi, Kur’an’ı anlamanın önüne mazeret olarak kimse getiremez. Bu söylediklerimizden, hiç kimse Türkçe ibadet tartışmalarına prim verdiğimi asla çıkartmasın. Dünyadaki her müslüman, ümmet bilincinin bir gereği olarak namazlarında okumak üzere Kur’an’dan az da olsa belli bir bölümü Arapça olarak ezberlemek zorundadır.
5- Tefsirleri okurken özellikle çağdaş diyebileceğimiz yani ya bizim zamanımızda veya yakın geçmişte yaşayan müfessirleri okumak bizim önceliğimiz olmalıdır. Çünkü geçmiş yüzyıllardaki müfessirler, ne kadar mükemmel olurlarsa olsunlar, bizim çağımızı anlamaktan uzaktırlar. Oysa biz, hem Kur’an’ı hem çağımızı anlamak ve Kur’an’ı güncellemek zorundayız.
Kur’an’ın, her çağa bakan yüzü vardır. Bu yüzünü, o çağda yaşayan insanlara yansıtmak, Kur’an’a kafa yoran insanların işidir. Ancak şunu da bilmeliyiz ki bir tefsir, ne kadar mükemmel olursa olsun Kur’an’ı anlamada son nokta değildir.
6- Kur’an’dan okuyup anladıklarımızdan yaşama imkânımız olanları mutlaka yaşamak: Çünkü Resulullah (s.a.v), “Eğer siz bildiklerinizi yaşarsanız, Allah size bilmediklerinizi öğretir” buyuruyor. Resulullah’ın bu ifadesi, çok net bir şekilde şunu ortaya koymaktadır: Eğer biz, Kur’an’ı daha iyi bir şekilde anlamak istiyorsak önce anladıklarımızı yaşayacağız ki önümüz açılsın. Yoksa sadece entelektüel bir çaba, Kur’an ile ilişkilerimize zarar verecek ve anlayışımızı, ya tıkayacak ya da yanlış mecralara sürükleyecektir bizleri.
7- Kur’an’dan anlayıp yaşadığımız şeyleri başkalarına da anlatmak: Şu an nerede okuduğumu hatırlamadığım ama manası çok doğru olan bir cümle hatırlıyorum: “Kim insanlara iyi şeyleri emretme ve kötü şeyleri yasaklama işini terk ederse vahyin bereketinden mahrum kalır.” Bu rivayeti tersinden okursak; “Kim iyilikleri emreder kötülüklerden alıkoyarsa vahyin bereketine nail olur.”
Bu rivayet, bize şunu anlatmaktadır ki, Kur’an’ı anlayarak okuyan ve bu anladıklarını yaşayan kimseler, başkalarına da ulaştırmaya çalışırlarsa bu çaba, Kur’an’ı daha iyi anlamalarına yardımcı olacaktır. Yaşamadığımız şeyleri anlatmaya hakkımızın olmadığını bilmeliyiz. (Saf/2)
Kur’an anlatan herkes bilir ki, yıllarca bir sureyi anlatmış olsak da bakıyorsunuz o sureyi bir yerde tekrar anlatırken yeni şeyler geliyor akımıza. Hatta bazen anlattığımız esnada zihnimize düşüveriyor. Bu hal, kesinlikle vahyi başkalarına yaşayarak anlatmanın bir bereketidir. O yüzden fildişi kulelerine kapanıp da insanlardan uzak bir şekilde Kur’an ile meşgul olanlar bu bereketten mahrum olacaklarının idraki içerisinde olmalılar.
8- Kur’an’ı okurken tek başına değil de ders grupları oluşturarak okumalıyız: Çünkü Allah’ın rahmet ve bereketi, cemaat üzerinedir. Gruptaki her bir fert, bir tefsiri takip ederek okurlarsa ortaya daha manidar ve zengin bir anlam çıkacaktır. Eğer tek olarak okuyorsak o zaman birden fazla meal ve tefsirden karşılaştırmalı okumalıyız.
9- Kur’an’ı okurken anlamak için acele etmemek lazım: Kur’an, tekrar tekrar okundukça ve üzerinden zaman geçtikçe açılan bir kitaptır. Bu yüzden, “Kur’an’ın en iyi müfessiri zamandır” denilmiştir. Sahabe, yirmi üç yıl boyunca Kur’an indirilirken her inen ayetin gereğini yapmaya çalışıyordu. Bunu yaparken acaba bundan sonra hangi ayet gelecek bilmiyorlardı. Biz de anlamakta acele etmeyeceğiz. Ama anladıklarımızı da ertelemeyeceğiz.
“O halde biz Kur’an’ı okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz bize aittir.” (Kıyamet/18,19)
Hiç şüphesiz bu ayet, bize Kur’an’ı doğru bir şekilde acele etmeden okumaya devam ettiğimiz sürece Allah’ın, onu bize bir şekilde anlatıp açacağını ifade etmektedir.
10- Kur’an’ı az, ama devamlı okumalıyız: Resulullah’a amellerin en faziletlisi sorulduğunda “Az da olsa devamlı olanıdır” buyurmuştur. Kur’an’ın azar azar, yirmi üç yılda indirilme süreci de bize zaten bunu öğretiyor. Bu şekildeki Allah ile olan irtibatımızın sürekliliği onu daha iyi anlamayı sağlayacaktır.
11- Elden geldiği kadar sakin ortamlarda, özellikle de gece saatlerinde okumak (Müzzemmil/1-5): Sakin bir kafa ve sakin bir ortam Kur’an ‘ı anlamaya daha müsaittir. Bu yüzden mecbur kalmadıkça gereksiz yere dünyaya kendimizi yordurmayalım. Biz, dünya ve içindekilerden daha değerliyiz. Yoğun ve yorgun bir kafa, anlamaya müsait değildir. Dünya hırsı insanı yorarken, Kur’an’ı anlamaktan da alıkoyuyor. Şunu unutmayalım ki, dünyaya gereksiz yere harcadığımız her türlü çabayı ahiretimizden çalarak harcamaktayız.
12- Günahlardan azami derecede kaçınmaya çalışmak: Çünkü günahlar, hakikatlerle aramızda perdedir. Günahlardan kaçınmadığımız sürece Kur’an’ı anlama imkânı olmayacak.
Bir ayna düşünün! Bu ayna ne kadar kirli ise görüntüyü o kadar engelleyecektir. Günahların ruh aynamızda oluşturduğu kirler de tıpkı böyledir. Kirli olduğumuz oranda doğru görüntülere ulaşamayacağız.
13- Müstakim (dürüst olmak): Kur’an’ı anlamak ve istifade etmek için her şeyden önce dürüst davranmak gerekir. Gördüğümüz doğruları o an aleyhimize de olsa tutacağız, asla vazgeçmeyeceğiz, gördüğümüz yanlışlar lehimize de olsa uzak duracağız.
“O Kur’an ancak âlemler için bir öğüttür, aranızdan müstakim (dürüst) olmak isteyenlere.” (Tekvir/27,28)
Bir insan, doğrularla karşılaşmak istiyorsa doğru yaşamalıdır. Çünkü ancak doğru yaşayanlar doğrularla karşılaşırlar.
14- Okuduğumuz şeyler üzerinde düşünmek: Üzerinde düşünülmeyen şeylerin anlamları, pek ortaya çıkmıyor. Kupkuru bir bilgi olarak kalıyor. Gökyüzüne, dağlara ve varlıkların oluşum sürecine uzun uzun bakıp düşünmek ilahi bir anlamı doğuruyor ve bizi ilahi bir güçle karşı karşıya bırakıyor.
15- Kur’an’da kâfirlere, fasıklara, zalimlere, münafıklara ve müşriklere hitap eden ayetlerin biz mü’minlere de hitap ettiğini düşünerek okuyacağız: Sadece müslüman ve mü’minlerle ilgili ayetlerin biz müslümanları ilgilendirdiğini düşünerek okumak, yanlış bir okumadır. Mesela, Allah, müşriklerden bahsederken, onların kız çocuklarını hor gördüklerini ve kız çocuklarının olduğu müjdelendiği zaman insanlardan gizlendiklerini belirtiyor. (Nahl/58,59)
Şimdi, “şirk zihniyetinin bir problemi olarak anlatılan bu husus, müşrikleri ilgilendiriyor” diyerek okumayacak mıyız? Oysa kendilerini müslüman olarak tanımlayan insanların çoğunun hayatında, bu problemi görmekteyiz. Müşriklerde olması gereken bu problem, müslümanların hayatında ne arıyor? Bir şekilde bulaşmış işte. Buna benzer birçok inanç ve davranış var ki normalde müslüman olmayanlara ait davranışlardır, ama o davranışları birçok müslümanın hayatında görmek mümkündür.
 Ya da biz kendimizi müslüman zannediyorduk, meğerki değilmişiz! İşte bundan dolayı Kur’an’daki bütün ayetler bize hitap ediyormuşçasına onu okuyacağız ki, hem kendimizi, hem de Kur’an’ı doğru anlayalım.

Hasan Eker -ÖZGÜN İRADE DERGİSİ

PEYGAMBER EFENDİMİZDEN (sav) 10 (on) Nasihat

Resulü's-Sakaleyn Olan Peygamber Efendimizden 10 (on) Nasihat



Kim Peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse (bilsin ki) biz seni onlara bekçi göndermedik. (Nisa Suresi-80)
Alemlerin Rabbi olan Allah, Al-i İmran Suresi, 31. ayette ise şöyle buyuruyor: "(Resulüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir."


        Hem dünya hem de ahiret saadetine ulaşmak için, O’nun hayatının her saniyesini ve aldığı her nefesi iyi bilmek zorundayız. İnsanlığın tek kurtuluş ışığı, önderimiz ve rehberimiz Peygamberimiz (sav)’in hayatında bizim için çok güzel örnekler var şüphesiz. Efendimizin tavsiyeleri, elbette 10(on) maddeyle sınırlandırılamaz. Ancak akılda kalması ve ezberlenmesinin kolay olması sebebiyle, bir işe başlarken yapmamız gerekenden tutun, nasıl uyuyacağımıza,yatacağımıza ve ne yapmamız gerektiğine kadar geniş olan konularda efendimizin hadislerini topladık. Özellikle, gençlerle ilgili hadis-i şeriflere dikkat etmenizi, sizleri efendimizin bu 10(on) nasihatini okumaya ve yaşamaya davet ediyoruz.



1) Besmele
Resulullah (sav) buyurdular:
"Besmelesiz başlanan her iş, hiçbir netice vermez."
"Herhangi bir müşkül ve güçlüğe rastlarsanız Allah’ın ismini anın, besmele çekin; "Bismillahirrahmanirrahim ve lâhavle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyilâzîm." cümlesini tekrarlayın. Allah, seni her musibetten ve belâdan kurtarır."


2) Hamd ve şükür

Resulullah (sav) buyurdular:
"Elhamdülillah: Allah'a hamdolsun" demek, en büyük teşekkürdür. Bunu söylemeyen şükretmemiş olur.



3) Salâvat-ı Şerife
Resulullah (sav) buyurdular:
"İsteklerin olmasını isteyen bana çokça salât ve selam göndersin."


4) İman - ibadet

Resulullah (sav) buyurdular:
"Allah, ibadetsiz imanı, imansız ibadeti ve işi kabul etmez."


5) Namaz

Resulullah (sav) buyurdular:
"Namaz; küfür ile insanlık arasında bir perdedir. Onu terk edenler küfre yaklaşmış olurlar.
"İman sahibi ile imansız arasında bir fark vardır ki o da namazdır. Namazını terk eden bir iman sahibi diğerinden farksız olur."


6) Kur’an Okumak
Resulullah (sav) buyurdular:
"Sizden birisi Allah ile konuşmayı ve ona yakın olmayı seviyorsa, tam bir kalp sükûneti içinde Kur'an okusun."
"Ümmetimin en makbul ibadeti bakarak Kur'an okumaktır."



7) İhlâs Suresi
Resulullah (sav) buyurdular:
"Bin kere (Bismillah ile) "İhlâs" okuyan bir iman sahibi kendini Cehennem ateşinden kurtarmış olur."




8) Yasin-i Şerif
Resulullah (sav) buyurdular:
"Her gece "Yasin" okumaya devam eden bir kimse şehit olarak ölür."
"Bir kimse ana ve babasının yahut onlardan bir tanesinin Cuma günü kabrini ziyaret edip,kabri başında  "Yasin"  okursa büyük günahları affolunur."



9) Yatağa Yatarken
Resulullah (sav) buyurdular:
"Yatağa yatarken önce "Bir Fatiha" sonra "Üç İhlâs" surelerini okuyan bir kimse uykusunda ölümden başka her musibetten korunmuş olur."


10) Gençler

Resulullah (sav) buyurdular:
"Allah, genç tevbekarları sever."
"Gençliğini taat ve ibadet yolunda harcayanları Hak Teâlâ çok sever."
"Gençliğinde ibadet edenlerin; ihtiyarlığında ibadete başlayanlar üzerindeki üstünlüğü; halka nazaran peygamberlerin üstünlüğü derecesindedir."
"Allah; genç yaşlarında ibadet edenleri meleklerine göstererek sevincini ilan eyler."
"Cenab-ı Hakk’ın indinde tevbekar gençlerden sevgili bir şey yoktur."