KANSERİN ÖLÜMÜ
-
Şunu bilin ki, KANSER diye bir hastalık yok!.. Kanser, sadece vitamin B17
eksikliği!...
Başka bir şey değil!..
Kemoterapi, ameliyat veya değişik ağır hapl...
9 Nisan 2009 Perşembe
***CUMA BEREKETLİ, AKIBET HAYROLA***
NASIL DUA ETMELİ?
DUAYI EMREDEN Cenab-ı Hak, duanın bir kısım adabını da bildirir. Kur’an’ın ayetlerinden anladığımız kadarıyla, dua ederken dikkat etmemiz gereken bazı durumları şöylece sıralayabiliriz:
1. “Allah’a korku ve ümitle dua ediniz.” (A’raf, 56) Yani, reddolunmasından korkar, kabulünü ümit eder bir şekilde isteyiniz.
“Beyne’l-havf ve’r-reca” yani korku ve ümit arasında olmak kişinin manevî hayatı için son derece önemlidir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın ifadesiyle, “bu iki hâl, insanın seyr u sülûkunda iki kanat gibidir.” Tek kanatlı kuş uçamadığı gibi, sadece korku veya sadece ümit kanadıyla hareket edenler de, kemâlat semasına doğru uçamazlar.
Allah’ın celal ve azametini düşünmek, insana lezzetli bir korku verir. Annesinin merhametli tokadından korkup yine annesinin şefkatli sinesine sığınan çocuk gibi, Allahtan korkan insan O’na iltica eder. Allahın cemâl ve rahmetini düşünmek ise, insanı ümit içinde yaşatır.
2. “Rabbinize tazarru ile ve gizlice dua edin. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” (A’raf, 55)
Yani, yalvara yakara, samimi bir şekilde, bütün benliğiniz ile O’na yönelin, O’ndan isteyin. Başkalarına da duyurmayın ki, nefsin hissesi karışmasın.
Tazarru hali, insanın kendini duaya tam vermesini ifade eder. Bunu, duaya tam konsantre olmak şeklinde anlayabiliriz. İnsan bazı dualarında bu hâli yaşar. Bütün hisleri uyanmış, bütün latifeleri hüşyar bir şekilde yalvarır. Böyle bir durumda, istediği şeyleri ruhunun en derinlerinden gelen bir iştiyakla ister. Bu şekilde yapılan dualar, genelde kabul edilir.
Bunun zıddı ise, tam bir gaflet göstergesi olur.Hz. Peygamberin ifadesiyle, “gafil, boş bir kalbin duasını Allah kabul etmez.” (Tirmizi, Daavât, 65)
Duada haddi aşmak ise, sesi fazla yükseltmek, olmayacak şeyleri istemek gibi durumlardır. Mesela, kişinin “Allahım beni peygamber yap!” veya “Allahım, beni bu dünyada ölümsüz kıl!” demesi, muhali talepten başka bir şey değildir.
3. “Allahın Esmaü’l- Hüsnası vardır. Onlarla dua ediniz. (A’raf, 180)
“Esmaü’l- Hüsna” “en güzel isimler” anlamına gelir. Yüce Allah, kendi kemaline ünvan olan nice isimlere sahiptir. Bunlar bir rivayette 99, bir başka rivayette 1001 olarak ifade edilmektedir. Mesela, Besmelede “Allah, Rahman, Rahim” isimlerini, en son sure olan Nas suresinde
- İnsanların Rabbi
- İnsanların Meliki
- İnsanların İlahı isimlerini görürüz.
Kur’anın tamamında bu ilahî isimlere sıkça yer verilmektedir.
Malûmdur ki, bir kimse pek çok ünvanlara sahip olabilir. Mesela, güzel yazı yazmasıyla hattat, güzel resim yapmasıyla ressam, yaptığı binalarla mimar ünvanını alır ve o ünvanlarla bilinir. Öyle de, Cenab-ı Hak yaratmasıyla Halık, şekil vermesiyle Musavir, rızık vermesiyle Rezzak şifa vermesiyle Şâfi’dir…
İnsan, Allah’a yalvarırken, istediği şeye uygun olan İlahî ünvanı söylemesi uygun olur. Mesela, günahlarımızın affını isterken “Ya Gaffar” ayıplarımızın örtülmesini isterken “Ya Settar” ismini söyleriz.
Keza, belaların defini isterken “Ya Dafia’l-beliyyat” (ey belaları def eden), ihtiyaçlarımızın karşılanmasını isterken “Ya Kadıya’l- Hâcât” (ey ihtiyaçları veren) ünvanını söyleriz.
Rızık isterken O’nun Rezzak ismini anar, maddi manevi hastalıklarımız için O’nun Şafi isminden meded umarız.
İnsanlığa en güzel örnek olarak gönderilen Hz. Peygamber, dualarında sadece “Ya Rabbi, Allahım” demez, binbir isimle Allah’a yalvarırdı. Mesela, şu duasına bakalım:
“Ey kalpleri çeviren Allahım. Kalbimi dinin üzere sabit kıl!” (Müslim, Kader, 17)
4. “O Allah Hayy’dır. Ondan başka ilah yoktur. O halde, dini yalnız O’na has kılarak, halis bir şekilde O’na dua edin!” (Mü’min, 65)
İhlas, dinin en mühim esaslarından biridir. Yapılan bir şeyin sadece Allah için yapılmasını ifade eder. İhlasın zıddı, riyadır, gösteriştir. Sözgelimi, bir din görevlisi insanların önünde dua ederken coşkuyla istese, fakat yalnız dua ettiğinde sönükleşse, ihlastan uzaklaşmış olur.
5. “Allahın lütfundan isteyin!” (Nisa, 32)
Yani, başkalarına verilen servet-makam- ilim gibi şeylere bakıp ta, kıskançlıkla “bu niye ona verildi? Aslında bana verilmeliydi. Ben buna daha layıkım” demeyiniz. Çünkü, belki de onun size verilmemesi hakkınızda daha hayırlıdır. Dolayısıyla siz Rabbinize yöneliniz, O’nun lütuf ve kereminden isteyiniz. O, hakkınızda hayırlı olanı elbette bilir, ona göre verir. O’nun rahmet hazineleri ne biter, ne de tükenir.
Bu meselede, şu esasları göz önünde bulundurmak lazımdır:
- Mülk Allahındır. O, mülkünde istediği gibi tasarruf eder. İnsana düşen, verilmeyene göz dikmek değil, verilene şükretmektir.
- İnsan eğer şükretse, Allah daha fazla verecektir. Çünkü, tekitli bir şekilde şöyle demektedir:
“Eğer şükrederseniz, gerçekten artırırım.” (İbrahim, 7)
- Hayır zannettiğimiz şer, şer zannetiğimiz hayır olabilir. Kur’an şöyle bildirir:
“Bir şey hoşunuza gitmezken sizin için hayırlı olabilir. Sevdiğiniz bir şey de şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)
Mesela, insan hırs ile mal ister. Fakat Karun gibi bunu kibir ve gurura vesile yapacaksa, ona verilmemesi hayırlı olur. Veya insan ısrarla ilim ister. Fakat ilmiyle dalalete sapacaksa, verilmemesi rahmet olur. Onun için, Allahtan birşey isterken “Allahım, senin lütfundan isterim. Eğer bu istediğim hayırlıysa ver. Değilse, hakkımda hayırlı olanı nasip et!” demeli ve Allaha tam tevekkül etmelidir.
- Allah mutlak adalet sahibidir. Zulümden münezzehtir. Elbette kimin neye layık olduğunu bilir ve ona göre verir.
Şadi Eren
ÖLÜMLE GELEN
NE ZAMANDIR uyuduğunu bilmiyordu. Uzun süredir uykuda olmalıydı. Gözlerini açmamıştı daha. Dışarıdan gelen sesleri dinlemeye başladı. Araba sesleri geliyordu daha çok, bir de martı sesleri... Martıları seviyordu, özellikle bembeyaz tüyleri olanları. Onların gökyüzünde süzülüşünü seyretmek ve seslerini dinlemek ruhuna huzur veriyordu. Sabah olunca gözlerini açmadan dışarıda olup biteni dinlemek ve anlamaya çalışmak da hoşuna gidiyordu. Gözlerini açtı. Tüm duyularıyla hissetmek istiyordu bu yaz sabahını. Güneş aydınlatmıştı her yeri. Pencereyi açtı bu aydınlık, ruhunu da aydınlatsın diye. İstanbul, sabahları daha da güzel oluyordu. Gökyüzü parlaktı, kirlenmemişti daha. Bu temiz havayı tüm zerrelerine hissettirmek istercesine içine çekti. Nefes alıp veriyordu. Kendisiyle birlikte tüm kâinatın nefes aldığını düşündü. Ve ah! Evet! Hâlâ yaşıyordu, kâinat ile birlikte. Nefes alıp vermek yaşamanın en büyük belirtisi değil miydi ya zaten! Bu güzel yaz sabahında yaşıyor olmak güzel bir duyguydu. Kendisine bu güzelikleri veren ve hissettiren merhametli bir varlık olmalıydı. Tüm insanlığı çok seviyordu ki her şeyi en ince ayrıntısına kadar yaratmıştı. Bunları düşününce ruhu huzurla doldu. Ama sonra, yüzünde bir hüzün belirdi. Geçen hafta dergide okuduğu cümle geldi aklına: ‘Oksijenin, kötü bir yönü var. Oksijen enerji üretmek için besinle birleşir ama aynı zamanda fazladan bir elektronu olan ve vücuda zararlı atomlar da üretir. Sürekli oksitleniyoruz. Nefes almanın biyokimyasal bedeli, yaşlanmak. Yani paslanıyoruz...’ Bu cümleleri unutamıyordu. Demek, yaşamak için aldığı her nefes sürekli etkisinde olduğu ölüme biraz daha yaklaştırıyordu onu. Bu nasıl bir çelişkiydi böyle. Bu durum ruhuna çok ağır geliyordu. Martılar da nefes alıyordu, bembeyaz tüyleri olan martılar... Onlar da yaklaşıyordu ölüme yavaş yavaş. Ya sevdiği insanlar ve yakınları... Bütün kâinat nefes alıyordu... Tüm bu güzelliklerin, bu yaz sabahının, emek verdiği hayatının bir gün bitecek olması kendisini hüzne boğdu... Ama ölüm tüm gerçekliğiyle karşısında duruyordu. Ölüm değişmiyor, ölmüyordu. Kabir kapısı kapanmıyordu. Hayatın tam içindendi. Ölüm de hayat kadar mahlûktu. Yaratılmış ve yoktan var edilmişti. Çiçekler soluyor, hayvanlar ölüyordu, güneş batıyor, dünya yaşlanıyordu... Büyük bir insan olan âlem dahi ölümün pençesinden kurtulamıyordu. Ölüm daima göz önündeydi. HER AN GELEBİLİRDİ...
Kâinatın zeval ve ölümü kendisini ağlatıyordu. Bir gün öleceği düşüncesi kalbini sıkıştırıyordu. Ölümle birlikte insanlığın ve dahi kendisinin acizliği ve fakirliği değişmiyor, aksine ziyadeleşiyordu...
Ölüm kaçınılmaz ise ve hayat kadar mahlûk ise onunla yüzleşmeliydi. Onunla yüzleşmenin bir yolu olmalıydı.
Hayatın önemli bir parçası olan bu şeyi göz ardı edemezdi. Ölümü anlamlandırmalı ve iyi bir neticeye vardırmalıydı. Yaratılan her şeyin bir hikmeti ve amacı var olduğuna göre ve ölüm de yaratılmış ve yoktan var edilmiş ise, onun da bir amacı, bir hikmeti olmalıydı.
Dinlemeye başladı ölümü, ne talep eder diye... Ve bakmaya başladı ölümün yüzüne, ne ister diye.
Ölümü düşünmenin verdiği o ilk panik hissinden sıyrılıp, düşünmeye başladı:
Ölümü düşünmesiyle birlikte hayata biraz daha odaklanmaya başlıyordu. Hayattaki saptırıcı şeyler—hırsları, anlamsız arzuları, kızgınlıkları, kini, benliği—ölüm düşüncesiyle daha da sönük bir hâl alıyordu. Öfke duyduğu insanları affetmek, onların güzelliklerini gözlemlemek kolaylaşıyordu. Benlik çatışmaları anlamsız geliyordu artık çünkü ölüm her şeyi müsavi kılıyordu.
Gerçekten önemli olan şeylere evet ve sonsuz hayatı için pek de önemi olmayan şeylere hayır demek daha da kolay bir hal alıyordu ta ki sonsuz hayatını kaçırmasın. Ölüm sonsuz hayatını düşündürüyordu ona.
Duygularına daha yakın bir hâle geliyordu. Kendini ve Yaratıcı’nın üzerinde tecelli eden esmasını özenle gözlemliyordu. Nasıl ki insanlar çok sevdikleri bir kitabın ilk sayfalarını hızlıca okur ta ki az bir sayfa kalana kadar... Sonra birden hızlarını azaltmak, geriye kalan sayfaları daha bir dikkatle ve zevkle okumak isterler. Aynen onun gibi her an ölümle burun buruna olduğunu düşünmek, zamana daha fazla değer vermesine sebep oluyordu. Hayatın hiçbir anını kaçırmak istemiyordu. Mevsimlerin değişiminin tadını çıkartıyordu. Kâinatın halden hâle sokulmasını seyretmek gittikçe daha da zevkli bir hâl alıyordu.
Bunları düşününce anladı ki, ölüm düşüncesi onu hayat yolunda yükseklere doğru ilerletiyordu. Ölümle birlikte kendini gerçekleştirdiğini ve daha güçlü olduğunu farketti. Güçlü olması Yatatıcı’nın sonsuz kudretini daha iyi anlamasından ileri geliyordu elbet. Ölüm daha az endişelendiriyordu onu artık. Rabbine daha çok güven duymaya başladı. O sonsuz merhameti olan bir varlıktı. Hikmetsizce ve anlamsızca şeyler yaratmazdı insanoğlu için. Ölümü de ondan dehşet duyalım diye yaratmamıştı... Bunu bir kez daha anlamak huzur verdi ona.
Yaratıcı istiyordu ki:
Kendi ölümümüzle birlikte O’nun ehadiyetine ve samedaniyetine şehadet edelim...
Ölümüm de senin için olsun ey Allahım.....
Nurdan Özdemir
Gizli Yaşamak
Mustafa Ulusoy
İnsanlar insanların gizlerini araştırıyorlar. Çünkü insanlar insanların gizlerini ciddi ciddi merak ediyorlar. Başka merak edilecek birşey yokmuşçasına. Varlıkla yokluk arasında gidip gelen kâinatta, varlığın kendisinin insan için önemli bir sorun olduğu kâinatta, insanlar insanların ne yaşadıklarını öğrenme telaşına düşüyorlar. İnsanların gizlerini bilenler bundan büyük bir gurur duyuyor. “Yalnızca ben biliyorum” diyerek. Sonra bunu çevresindekilere satıyor kibirle. Fısıltılarla ve sessiz olmaya çalışarak.
Gizler gizlice yayılıyor. İnsan gizi bilmeyenler büyük bir eksiklik hissedebiliyor. Gizleri bilenlerden öğrenen bilmeyenler, birden sevinç histerisi nöbetine tutuluyorlar. Sanki hayatın hakikatini elde etmişçesine. Sanki kendilerine sonsuz bir hayat müjdelenmiş de onun esrimesini yaşıyor gibiler. İki insanın arasında yaşananlar sadece onların gizi olarak kalamayabiliyor bu gezegende.
Birisinin gizini araştırmak bir zulümdür. Çok zulüm işleniyor bu gezegende.
•••
İnsanlar birbirinin yaşamlarına fütursuzca giriyorlar. Sınır tanımadan. Kimi zaman buna hakları olduğunu bile zannederek.
Her sınır tanımama bir zulümdür. Çok zulüm işleniyor bu gezegende.
•••
İnsanlar insanları konuşuyor. Tam o anda kâinatın bir köşesinde bir yıldız yaratılıyor. Kara deliklerde bir yıldızın hayatı söndürülüyor. Gökte ay tebessüm ediyor. Yaratıcının sonsuz isimleri kâinatın her köşesinde tecelli ederken; tecelli eden isimleri müşahede etme görevini bırakabiliyor insan. Kardeşinin etini yemeye benzer bir eyleme tercih ediliyor vazifeler.
İnsanlar insanları çekiştiriyor. Kardeşinin etini yeme eylemi gibi alçakça davranışlara giriveriyoruz birden. Yaptığımız gıybetten dolayı sıkıntıya düşen ruhumuzun ve vicdanımızın sesini kısmak için yine şeytan çıkıyor ortaya. Aklımıza şeytanca bir düşünce geliyor. Bize, yaptığımızın gıybet olmadığını telkin ediyor. Belki de sıklıkla yapılanlardan biri, “Biz gıybet yapmıyoruz. Amacımız gıybet etmek de değil. O kişi ile ilgili, onun iyiliği için ne yapabiliriz diye böyle konuşuyoruz” oluyor. Gelin görün ki, Mektubat’ta böyle demiyor. Gıybetin kendi hevesimize göre tanımından bizi çıkarıp, onun Rab katındaki tanımını veriyor bize: “Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır.”
İnsanlar insanların dedikodusunu yaparak insanlar insanların manevî kişiliklerini öldürüyor. Bir insanın kişiliğini öldürmek bir zulümdür. Çok zulümler işleniyor bu gezegende.
Halbuki insan çekiştirilecek bir nefsi içinde taşıyor. Burnumuzun dibini göremiyoruz. İçimizdeki şeytanımızın şeytanlıklarını göremeden haince oklarla saldırıyoruz bir mü’min kardeşimizin meleksi özelliklerine. İncinen yalnızca meleksi özellikleri olmuyor elbet. Meleksi özellikleri her daim müşahede eden melekleri de incitmiş oluyoruz. Ya da şeytansı bir özelliğini fırsat bilip, sanki tam da bu fırsatı kolluyormuş gibi, diğer tüm meleksi özelliklerini mahkum ediverebiliyoruz.
Bazen de bir kimseye kafayı takıyoruz. O kimse gözümüzde birden cani kesiliveriyor. “Birinin hatasından başkası sorumlu olmaz” hakikatini fütursuzca çiğneyebiliyoruz. İçimizde öfke ve kızgınlık hissettiğimiz kimsenin arkadaşları, akrabaları da nasibini alıveriyor hemen. Birçok hastam binlerce kez aynı şeyden yakınıp durdu yıllarca: “Kocamla/hanımımla ne zaman kavga etsek, o zaman kocam/hanımım birden aileme karşı da düşman kesiliveriyor. Onlara da küsüyor.”
Birisinin hatasından başkasını da sorumlu tutmak bir zulümdür. Çok zulümler işleniyor bu gezegende.
•••
Tenkidçilik hastalığı sarmış dört yanımızı. Kibirli ve mağrur nefisler birşey beğenmiyor. Onun şu’su var. Ötekinin bu’su. Başka birinin başka bir kusuru. Arkadaşlık edecek, dostluk kurulacak, Allah adına birlikte birşey yaşanılacak kimseler yok gibi bir algılama üretiyor nefis. Her olay, her durum, bir de bakıyorsunuz, mağrur bir nefsin büyüteci altında inceleniveriyor. Takdir etme, beğenme; takdir ettiğini, beğendiğini iman kardeşine, arkadaşına, dostuna, akrabasına, hatta ve hatta eşine söyleme yanlışlıkla ‘yalakalık’ olarak algılatılıp benimsetilmiş şeytan tarafından. Takdir etme, beğenme ve bunu söyleyebilme diye bir haslet ondört asır öncesinde, Peygamberde bırakılmış sanki. Takdir edebilmenin bir sünnet olduğu, dolayısıyla şimdinin iman kardeşliğinin bir gereği olduğu bile bilinmiyor.
İnsanlar insanlarının davranışlarını gözetler olmuş. Nefisler tam bir dikkat içindeler—şimdi onun, bunun, berikinin neyini tenkid edebilirim diye. Ve insanlar birbirlerinin yanlışını ister olmuş. Bu yüzden kişiler birbirlerine karşı kendilerini garda almışlar. Her an birisi açığınızı yakalayıp tenkid okunu salabilir üzerinize bu gezegende. Zamanımızın en büyük hastalığı narsizm ise eğer; narsizmimizin kendisini en iyi gösterdiği yer de, kimseyi beğenmemek ve insanlarda memnun olacak bir nokta bulamamak...
Takdir edilecek bir davranışı nefsin tenkid etmesi bir zulümdür. Çok zulümler işleniyor bu gezegende.
•••
İnsanlar insanların kararlarına müdahale ediyorlar. Çoğu zaman, kendilerinin fikri sorulmadan bile. Anneler-babalar, Yaratıcılarına karşı kendi adlarına sorumlu oldukları bir yaşa geldikleri halde, “Seni ben büyüttüm ve senin hakkında en iyi olanı ben bilirim” iddiasıyla ve vehmiyle, çocuklarının kararlarına müdahale ediyorlar. Eşler birbirlerinin kararlarına müdahale ediyor. Arkadaşlar birbirlerinin hayatlarına ve kararlarına karışıyorlar. Arkadaş bile olmayan ve hatta araları iyi olmayan insanların bile birbirinin kararlarına karıştıklarını görüyoruz bu gezegende. Bu karışmalar, sanki karşıdaki insanın cüz’î iradesi yokmuşçasına gerçekleştiriliyor. Yaratıcı bile insanın aklına kapı açmakla birlikte iradesini elinden almaz iken… İnsanın seçimleri ile varolduğu gerçeği unutuluyor. Bunlar, “Senin iyiliğin için!” şeklinde rasyonalize edilerek yapılıyor. Bir yanlışa yalan bir kılıf giydirerek “Sen bilmezsin; ben bilirim” diyen benlik, bir kere daha dişini gösteriyor. Şeytanın elinde yine zafer işareti!
İnsanlar size özgü olmasını istediğiniz, sizin tercihinizle var olmasını istediğiniz ve hesabını hayatınızı veren Rabbinize kendiniz olarak vermek istediğiniz bir hayatı, sizin hayatınızı kendileri şekillendirmeye çalışıyorlar. Hayatınızın iyi yönlerinin övgüsünü kendilerine, kötü yönlerinin faturasını ise size yüklemek sevdasıyla yapıyorlar bunu. Akla kapı açmak yerine bir insanın irade ve ihtiyarını elinden almak bir zulümdür. Çok zulümler işleniyor bu gezegende. Hem de çok fazla.
•••
İnsanlar gizlerinizi elinizden almak istiyorlar. Size ait birşey kalmasın istiyorlar. Sizi bu yolla teşhir etmek istiyorlar. Size özel olan birşeylerinizin olması belki de haset uyandırıyor.
İnsanlar insanların gıyabında hükümler veriyorlar. Yüzlerine aynı hükmü söyleme cesareti gösteremeden. Arkasından, yargılama seansı geliyor. Sonra cezalar kesiliyor. Hem de en ağırından. Narsizm bir kez daha kendini gösteriyor. “Ben herşeyi bilirim. Son sözü ben söylerim. Ben ne diyorsam, ne düşünüyorsam o doğrudur” narsizmi bu da.
İnsanlar insanlar hakkında ‘iman-ölçer’lik yapıyorlar. “Senin imanın zayıf, sen adam olmamışsın, sen git iman tazele!” nidaları atarak. Mutlak Yaratıcının işine karışarak. Âlem-i gaybda, O’nun sonsuz bilgisinde olanı bildiğini zannetme gafleti veya bunu iddia etme cesareti göstererek. Benlikler şaha kalkıyor. Şeytan kıs kıs gülüyor. Şeytanın elinde yine zafer işareti! Benlikler şeytanın elinde bir oyuncak. “Senin imanının derecesini ben bilirim” demek bir zulümdür. Çok zulümler işleniyor bu gezegende.
•••
İnsanlar insanlarla çok rahat bir şekilde eğleniyorlar. Lakaplar takıyorlar. Alaya alıyorlar. İnsanın Yaratıcısı insanı alaya almıyor oysa. İnsanı muhatap alıyor.
Haddimizi bilmeden dönüp duruyoruz şu gezegenin yüzeyinde. Üzerinde yaşatıldığımız gezegen bile haddini bilirken. Haddini bilmemek bize pahalıya mal oluyor: Özel hayatlarda karmaşa kol geziyor. Özel hayatlar özelliğini yitiriyor. Haddini bilmemek, özel hayatları rencide etmek bir zulümdür. Çok zulümler işleniyor bu gezegende.
•••
Bütün bunlar nasıl oldu da başımıza geldi? Gizli kalmaması, açığa çıkarılması gereken şey hayatın hakikati olduğu ve bunun için de çok fazla zamanımızın, enerjimizin, ikinci bir fırsatımızın olmadığı bir hayatta; hayatın gizini bizlere yaşamıyla da sunan en sevgili, en insan insan olan Resûlü unuttuk. Onun yaşamındaki gizlerin peşine düşmek yerine, nefsimizin alçak meraklarına takıldık. Ve nefsimize zulmettik.
Hayatı yaşarken ya insanları anarız, ya da Kâinatın Rabbini. Kâinatın Rabbi yerine bir insanı anmak O’nun her bir esmasına bir zulümdür. Ve, O’nun esması sonsuz olduğuna göre, sonsuz bir zulümdür. Sonsuz zulümler işleniyor bu gezegende…
" birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz mazide, birimiz müstakbelde, birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak biz birbirimizle beraberiz"
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder